Çünkü o Türk!



"Sen şimdi saf Bulgar mısın?” diyorlar. “Hayır, Türk’üm.” diye cevap veriyorum. “Ama nasıl olur… Bulgaristan’da yaşıyorsun.” diye devam ediyor kız. “Osmanlı zamanından kalmışız orda.” diyorum hem gururla hem de terk edilmiş bir kütüphanedeki kitapların hüznüyle.


Eskilerden gelen bir söz vardır: “Nomen est omen” (isim kaderdir) fakat bu yazıda ismin yara hâlinden bahsedeceğim.  Bilenler bilir, öyle olur ki bazen ismin en sevdiğin yaran, seni sen yapanların en büyüğü, en özelin olur… O kadar ki bir şekilde uzaklaştırmaya kalksalar senden, koşup gidersin peşinden…


Ama gittiğin yerde ismin de sen de yabancısınızdır artık. Her yeni dünya yeniden şekillendirmek ister ismini, yeniden şekillendirmek ister seni. Yeni dünya alır ismini bir çocuğun oyuncağı eline aldığı gibi ve kurcalar… Yeni şekillere sokmaya çalışır. İsminle beraber seni de…


Hayattan sonra insana verilen ikinci değerdir isim. Bu kısa harfler bütünü hayatın boyunca sende kalır ve senin de onlarda kalman gerekir, başka türlü yapamazsınız ne sen ne de harfler.  Bazen harf yetmezliği yaşanır isimlerde. Başlarda bu eksiklik bir şaşkınlığa sebep olur, ama sonraları bu eksiklik de ismin bir parçası hâline gelir.


“Ben Özlem.” Hep böyle başlarım söze bir yere gittiğimde, bir yerde kendimi tanıttığımda. Bulgaristan’da doğdum. “İsmi Özlem olsun.” demiş annemle babam. “Ama kayıtlara nasıl geçecek?” demiş memur. “Bu ismi yazmak için elimizde harf yok. Sizin harfinize yakın bir harf var onunla yazalım.”


  Юзлем demişler böylece… Ve bundan sonra başlamış iki harf kardeşliği. Öyle bir bağlanmışlar ki birbirine, artık biri giderse diğeri yaşayamazmış. Birbirini tamamlayan iki can gibi olmuş bu iki harf. İsmin sahibine sorsalar "Sen hangisisin?” diye “Ben ikisiyim,” der. “ikisinin bir bütünü.”


İki dilde de beş harfle yazılır Özlem. Ama içinde neler yok ki… Dedemin masallarından, yürüdüğüm sokaklara, dinlediğim türkülere, annemin duasından babamın hayaline… Halamın telefonda “Kızım Türkiye’den ne getirelim sana?” sorularından benim “Türkçe masal kitabı getirin.” cevaplarıma ve Dede Korkut’un hikâyelerinden Keloğlan masallarına… Keloğlan’ın geçtiği yollardan ve Sarı Kız’ın sarı ineğinin içtiği sulara o kadar çok şey var ki bu harflerde…


Bulgaristan’da hayatım kolay aslında. Çok şükür artık ismini savunmak zorunda değil halkımız. İsmin Bulgarca da yazılsa Türkçe de, “Türksun” derler. Kabul ederler kimliğini, mutlu olursun. Kendin olmaktan başka istediğin bir şey yoktur ki zaten… Bazen saygıyla gelir bu deyiş, bazen alayla, öfkeyle. İkisini de yaşamadım desem yalan olur. Ama Bulgaristan’da normal, demeye almışız ya; sıkıntı yok…


Sıkıntı olan kısım Türkiye’de başlıyor bu hikâyede.


“Sen şimdi saf Bulgar mısın?” diyorlar. “Hayır, Türk’üm.” diye cevap veriyorum. “Ama nasıl olur… Bulgaristan’da yaşıyorsun.” diye devam ediyor kız. “Osmanlı zamanından kalmışız orda.” diyorum hem gururla hem de terk edilmiş bir kütüphanedeki kitapların hüznüyle. Sonra kütüphaneye gidiyorum… “Yuzlem, senin Türkçen ne kadar güzel!” diye hayret ediyorlar. “Çünkü Türk’üm.” diyorum. “Nasıl ki bu Türklük?” diyorlar… “Aslen nerelisin?” Zor soru. O kadar çok yerdenim ki… Hangisini söylemem lazım? Topraktan gelmeyen, toprağa bağlı olmayan bir Türklük bizimkisi, nasıl anlatırım ben bunu…


Böyle işte canlar, yaradır isminiz bazen. Şifa aramak için çıkarsınız yollara… Merhem dediğiniz şey kelimelerdir… Hikâyelerle tanışırsınız sizinkine benzeyen. Yalnız değilmişiz, dersiniz…


Türkiye’de çok Balkan hikâyesi dinledim. O hikâyelerde ben varım, Ethem Baymak’ın ressamı bir resim çiziyor mavide… Bizim komşu kızı “Merhaba” diyor ona...


En zor dönemlerimden birini yaşıyordum Türkiye’de. Aylarca Türk olduğumu kabul etmediler. “Bilmiyorlar ki…” diye teselli etmeye çalıştım kendimi. Sonra içimden bir ses “Bilmiyorlar, ama neden seni olduğun gibi kabul edemiyorlar?” diye başladı haykırmaya.


Bosnalı kızlardan geldi aradığım soruların cevabı. Lejla Zilic ve Salma Alic Bosna’yı anlattılar bana. Ama öyle çok konuşmadılar… Salma elinde bir iğne ve renkli iplerle beyaz bir kumaş üzerine bir şeyler dikiyordu. İğneyi her batırdığında daha fazla belirgin oluyordu resim… “Bu,” dedi “bizim bayrağımız, Bosna bayrağı. Bunu kabul etmiyorlar şimdi, ama bizim için bayrak bu…”  Öyle iyi anladım ki onu…


***


Bir gün Türkçeyi ve kelimeleri konuşuyorduk aramızda. Yabancı ve yeni olan her şey insana heyecan veriyor ya… Türkçede “kız” kelimesini inceliyorlardı yurtta. Bosnalı Selma ve Leyla bir de Sri Lanka’dan Şifa. Evet, doğru duydunuz. Kızın adı Şifa. Tam adı ise Şifaul İslam. Aynen böyle. Ne güzel bir isim. Bu Balkan hikâyesinin en çok ihtiyaç duyulan yerinde geliyor. Hayretle dinliyor ve anlamaya çalışıyorum. “Bakın” diyorlar, “Türkçede kız var sadece… Ama İngilizcede ve Boşnakçada farklı. Mesela ‘girl, my daughter’ olarak ayrılıyor. Türkçede ise anne çocuğuna ‘kızım’ diyor, karşıdan geçen biri de ‘kız’ diyor…” Ben tabii anlamakta zorlanıyorum bunu anlamamalarını. Hiç farkında olmamışım şimdiye kadar çünkü… Onlar da anlamadığıma hayret ediyorlar. O kadar açık ve ortada ki fark onlara göre. Sonra cevap geliyor Bosnalı arkadaşım Lejla’dan: “Because she is Türk!” (Çünkü o Türk!) 


Ve artık evimdeyim! Çünkü insanın evi kendi olabildiği yerdir…


ÖZLEM TEFİKOVA, 

Bağlar Dergisi 4. Sayısı

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

* Yazılan yorumlardan site sahibi sorumluluk taşımaz !

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.

***
ВАЖНО: Няма да бъдат толерирани нецензурни коментари, расистки изказвания и обидни мнения. Те ще бъдат премахвани.

Съдържанието на HABERBG.NET и технологиите, използвани в него, са под закрила на Закона за авторското право и сродните му права.

Site haberlerin en altında reklam

Efsane halterci Naim Süleymanoğlu'nun Bulgaristan Mestanlı şehrindeki evi müze oldu 〓〓〓〓〓〓〓〓〓〓〓〓

Naim Süleymanoğlu'nun müzeye dönüştürülen evinde ünlü haltercinin yaşamı anlatılıyor